Albert Camus’nun 1940’lı yıllarda söz ettiği korkunç veba öyküsü varsa, bizim de İspanyol gribinden söz eden en önemli bir eserimiz var. Kimiler bu eserden bihaber olabilir. Bu yazı sayesinde belki kimileri bu romanı okumak isteyebilir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Hakka Sığındık” romanı…
Tüm dünyayı savaşın sonunda kavurmaya başlayan, ölü sayısı bugün bile bilinmeyen İspanyol gribi günlerde varlıklıların nasıl semirip güçlendikleri, yoksulların nasıl zor koşullarda üfürükçülerden, büyücülerden medet ummaya çalıştıklarının öyküsü.
Gerçek rakamları dünyanın tüm hükümetleri vatandaşlarından gizlediği, ölü sayısının tam bilinmediği günlerde toplumu en iyi gözlemleyen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yoksul kesimleri anlatan satırları da sanki bugünlerden izler taşıyor gibi…
Yoksul her zaman aynı şeyleri yaşadığı için yıllar geçse de bazı şeyler hiç değişmez.
“İstanbul’da Hoşkadem taraflarında İspanyol nezlesi yangın gibi haneden haneye üç dört cana kıymadıkça sönmüyor.
Hangi evde maraz zuhur etse orada düğün varmış gibi bütün komşu kadınlar hemen ziyarete koşuyor. Ama böyle yapmayınız tehlikelidir diyecek kadar basiretkar olanlara “Rabbimin takdiri neyse o olur, hekimler ne bilirmiş. Bu sene İspanya’da az hekim mi öldü? Ecele çare olmaz” cevabını veriyorlarmış.”
Hele ki bu satırlar yürek burkan betimlemeler canlı kanlı insanlarımızla nasıl bugüne ayna tutuyor:
“Onların eğlenceleri böyle ziyafet zamanlarına münhasır değildir; bu iki mesut hanede daima düğün var gibidir. Piyano, ud, şarkı sesleri hiç kesilmez. İki ev de müzik evlerine benzer. Komşularda hasta ve cenaze olduğunda dikkate almazlar, dünya yıkılsa onlar zevkleriyle meşguldürler. Bunların evlerine gidenler kapılarının önünden geçen kıtlık, hastalık felaketlerini unuturlar. Kendilerini bolluk, güllük güneşlik neşe saçan bir memlekette sanırlar.
Yoksulluklar ölümler matemler içinde kıvranan mahalle halkını tedirgin eden yalnız bu çalma, çağırma, bu dernek, bu ahenk değildir. Bu kibarların sofralarından etrafa, sokaklara taşan nefis yemek kokuları o zavallıların daima burunlarını sızlatır, ağızlarını sulandırır, gözlerini yaşartır. Enfes yağlarda kızartılmış hindiler, börekler, baklavalar, helvalardan tüten kokulu dumanın o açların iştahlarına verdiği işkence tarif olunmaz.
Koklarlar koklarlar, yutkunurlar yutkunurlar, koklarlar…”